1 Nisan 2009 Çarşamba

insanlar zalimdir

Bu sabah, güneşli ve pırıl pırıl bir Ankara sabahında, Amerikan Büyükelçiliğinin vize sırasındayken kendi aramızdaki geyik seviyesindeki artışa paralel olarak keyfimiz yerindeydi. Meltemle akıllara zarar espriler ve komplo teorilerine Alper'i alet edip eğlenirken sıra dışından bir bekleyenin olduğu görevli kadına söylendi. Kadın o sırada kontrol ettiği Alper'in kağıtlarını bırakıp bekleyenlere yöneldiğinde sadece 2 saniyeliğine onu gördüm. Bir poşu ve siyah bir atkının altına gizlenmeye çalışan yüzünü önce. O anda yalnız ben değil bütün sıra, görevliler, avludaki herkes onu farketmişti. O küçük avluda birden konular değişti, konuşmalar fısıltılara dönüştü. Herkes ondan söz ediyordu. Ona çok yakın bir mesafede hem de. Sonra ellerini farkettim. Yumruk yapıyordu ellerini, ardından tekrar rahat bırakıyordu parmaklarını. Elleri yaşının en fazla 20 civarı olduğunu söylüyorlardı, uzun boylu, incecik bir erkek çocuktu işte.

Gişenin önünde ancak birkaç adım geride duruyordu. Onun hemen önünde gişeye dayanarak güç toplayan bir kadın, gişe memurunun sorularını yanıtlayan bir de adam vardı. Kadının yüzüne belli ki vaktinden önce yerleşmiş çizgilerle ve gözlerindeki derin keder onun annesi veya ablası olabileceğinin işaretiydi. Üçü de yorgun, üçü de çevredekilerindeki öznesi oldukları uğultularından rahatsızlardı. O anda neler düşündüklerini, ne hissettiklerini tahmin etmek çok güç. İskenderundan geliyorlardı. Doktorlar enaz altı ay tedavi önermişlerdi. Ne kadar süreceği belli değildi tedavinin. Evraklarını bırakıp içeri geçtiler. Onlarla ilgilenen gişe memuru beni çağırdı. Kadının yüzü allak bullaktı. Belgelerimi aldı ama bir süre bakamadı. Derin bir nefes alıp kendini toparladı, gözlerime bakıp inanılır gibi değil dedi ve evraklarımı kontrol edip içeri girmem için kapıyı açtı. Bekleme salonuna geçip oturduk, O da başındaki poşuyu ve atkıyı çıkarıp bizim oturduğumuz sıranın başına oturdu. Belki de içeride meydan okuyordu herkese. Hala daha dönüp uzun uzun onu süzenlere. Gözleriyle ağır ağır, bencilce taciz edenlere, insanların zalimliğine meydan okuyordu. Elçilik görevlileri ona öncelik tanıdılar. O ve beraberindekiler 10 dakika içinde vize görüşmesini yapıp gittiler.

Hayat bir anda normale döndü. Sanki hiç yoktu. Sanki kimse meraklı bakışlarıyla onun canına okumamıştı kısa süre önce. O zaman aklıma bir arkadaşımın sözü geldi. İlk duyduğumda çok sert gelen bir sözdü. "Cenazelerde ağlayanlar eğer cenaze sahibi değillerse ya kendi acılarına yada kendi korkularına ağlarlar. Bunun farkında bile olmadan üstelik." demişti. Yok canım demiştim, çok acımasız bir yargı, yakınının acısına da ağlarsın diye düşünmüştüm. Bugün yanıldığımı anladım. Belki bir kemik hastalığıydı, belki de doku bilemiyorum. Ancak incecik vucudunun, ellerinin, ayaklarının, bacaklarının düzgünlüğüne tezat, kafasının yerinde büyük bir kaya taşıyordu. O'nun suratı ve kafası büyük bir kaya parçasıydı.

Bu sabah Paris caddesindeki o küçük avluda ve sonrasında o salonda kimse onun ne hissettiğine aldırmadı. Acıdılar bütün acımasızlıklarıyla. Ve meraklarına yenilip onu taciz etmek pahasına gözlerini ona diktiler. Çok üzüldüm, çünkü herkesin başına o veya bu şekilde gelebilir yaşadıkları. Bir şekilde birileri herhangi bir nedenden ona diktikleri bakışları kendilerine çevirebilir. Bütün bu düşüncelerle dolu olarak Eskişehire döndüm. Bugün bir insanın acısının diğerlerinin sadece korkularını ve meraklarını beslediğini, çok masum olduklarını düşündükleri anlarda bile çok ama çok zalim olabileceklerini öğrendim.

Hiç yorum yok: