16 Ekim 2015 Cuma

1 yıl sonra

Ne kadar kötü bir blogger olduğumun ispatı bir önceki yazının yayın tarihi.
Evet tabii ki web 2.0 teknolojilerini de blogları da önemsiyorum. Ancak her paylaşılanı acımasızca eleştirdiğimden, burun kıvırma konusunda uzmanlaştığımdan olsa gerek duygu ve düşüncelerimi kamuyla paylaşmak konusunda bazı sıkıntılarım var. Başkalarına burun kıvıran, mevzu kendisi olunca o burnu kırıyor haliyle.
Mesela bu blogun en son yazısında gözlerim yine kendime ve sorgulamalarıma dönük. Biliyorum, çoğunluğun ortak defosu. Oysa 2011 tatilinin bir bölümünü birlikte geçirmiştik. Benim gayet huysuz ve mutsuz olduğum bir yazdı. Neden mutsuzdum? Haksızlığa uğradığıma, hak ettiğime sahip olamadığıma inandığım için, yer küredeki pek çok kişi gibi. Elbette ki hayata dair hırslarımın, zamanında elde edemediklerimin sıkıntısının cezasını en yakınlarımından çıkarmalıydım, zira bu tip haksızlıklar sadece benim başıma geliyordu, herkes gibi.
Ada yazısından aşağı yukarı 3 yıl sonra, bir perşembe, pilates sabahı, yine gözlerim kendi hayatıma ve kendi kaslarıma dönükken benden rol çaldın, hem de mümkün olan en acımasız şekilde. Pilates bittiğinde telefonumda sayısız çağrı ve mesaj, salondan çıkıp arabaya bindiğimde ise içimde anlamlandıramadığım bir huzursuzluk vardı. Mesajları anlamakta güçlük çekiyordum. Gelen arama ve mesajları işime geldiği gibi anlamlandırıp birkaç tanesini yanıtladıktan sonra okula dönmek yerine eve gitmenin daha iyi bir fikir olduğuna karar verdim. Bulanık mantık iyi ki öyle yaptırmış.
Seninle en son bir yılı geçkin bir süre önce konuşmuştuk. Beni arayıp heyecanlı bir sesle, ortağı olduğun şirket için geliştirdiğiniz bir projeye referans olup olmayacağımı sormuştun. Evet demiştim hazırlıksız yakalanıp, hayır demek istemiştim oysa. Çünkü arkadaşlığımın ne kadar değerli olduğunu öğretememiştim henüz sana. Senin tercih ettiğin ilişki formatından daha değerliydi dostluğum, ne şahane bir arkadaştım ben, esirgeyerek sana da bunu gösterecektim elbet. İnatlaştığım, ki bilirsin iddialı olduğum konulardan biridir, bir sessizlik içinde sona erdirmiştik son telefon görüşmemizi. Hiç de umrumda değildi. Oh olsundu sana.
O sabah, eve gelip videonu izlediğimde bile bunun kötü bir viral, berbat bir sosyal deney olduğuna ikna etmeye çalışıyordum kendimi. Edemedim elbette. Aramalar, mesajlar engel oldu belki inkara. İçten içe biliyordum çok mutsuz olduğunu ama kendini bu hayattan koparacak kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Bilinen acılara razı olmak yerine bilinmeyene yelken açacak kadar güçlü olduğunu... Askere gitmeden önceki dönemde belki sezmiştin bütün bu olacakları, o nedenle belki, o dönemde o kadar tedirgindin. Pür neşene, şen kahkahalarına karşın, tedirgin, gergin.
Askerden döndüğünde Ankara'da, Filistin caddesinde, o kafede, o gece sigara içmek için dışarı çıktığımızda ikinci kez aynı gölgeyi görmüştüm gözlerinde. Mutsuz olduğunu biliyordum, bir klasik olarak kabul etmiyordum sadece. Üstelik arada o gölgeyi aralayan pırıl pırıl umuda da inanıyordum. Her karamsarlığımda bana damardan zerk ettiğin o umuda.
O sabah, o gölgenin zifiri karanlığa dönmesiyle yüzleştim. O güneşli, pilatesli, kaslı, bencil sabahı çaldın benden. Kalbimin üstüne bir daha kalkmadan oturan bir fil hediye ettin bütün zerafetinle. O sabah, arkadaşlığımız boyunca iltifatlarınla koyduğun o yerden tepetaklak aşağı indirdin beni. Aslında herkesi ama herkes fark etmedi ne yazık ki bunu. Aslında o yağdırdığın iltifatlar sana aitti, biz kendi üstümüze alındık. Ego işte. Şu anda bir telefon uzaklığında olsaydın, bu mevzuyu da konuşabileceğim, anlaşabileceğim tek insanı o sabah elimden aldın. Hâlâ çok kızgınım sana gittiğin için, bencilim çünkü hâlâ ve suçluyum elbette, pek çok nedenle. Keşke.
O yaz loop'a aldığımız parçayla bitireyim yazıyı, malum araya uzun zaman girince bitirmek de zor oluyor.

9 Ağustos 2011 Salı

Ada'nın Kuşu

Ada'nın Kuşu
Sorgulamak bir insanın edinebileceği en iyi alışkanlık değil elbette. Bir kere başladı mı durmak bilmiyor üstelik, kurtulmak mümkün değil. Kontrolünde olan şeyleri sorgulamak bir yana, kontrol edemediği durumları da sorgulamaya başlıyor insan zamanla. Dozunu kaçırırsan arada bir uğrayan minik mutluluk şanslarını da alıyor elinden üstelik. Çocuklukta başlıyor bu sorgulama illeti. Mesela bir kitap okuyorsun, senin gibi küçük bir çocuğun öyküsü kazınıyor zihnine. Kimi zaman bir başka kıtadaki kızarmış muzun tadını merak ediyorsun, yoksun olmayı anlamaya çalışıyorsun, korkuyorsun bir yandan, bir yandan üzülüyorsun, kimi zaman apartmanların arasına sıkışmış bir çocuklukla kendi çocukluğunu kıyaslıyorsun. Akşamdan akşama yemek masasında kavuşulan çalışan anne, babayla, gri şehirleri, gri sabahları, gri okulları canlandırıyorsun her sayfada. Hayatına giren her hayali kahramanda kendinden bir şeyler arıyor ve buluyorsun ancak aynaya bakmak o kadar da aklına gelmiyor çocuk yaşında. Sokağa, apartmanların arasına inip sahte özgürlüğüne kavuştuğun anda unutuyorsun benzerliklerini ya da kabullenmiş oluyorsun. Sonraları avm çocuklarını göründükçe sokaklarda oynayabilmiş bir kuşağı ucudan yakalayabildiğine bile seviniyorsun.
Büyüdükçe iyice uzaklaşıyorsun o kahramanlardan ergenlik tripleri giriyor araya, çoğunluğa kapılıyorsun göstermelik isyanlarında bile. Çoğunluğa kapıldıkça daha çok sıkışıyorsun apartmanlara, okullara, kariyer hırsına, kısacası çoğunluğun yaşam biçimine, çoğunluğun takdirine, farkında olmadan. Sınırlar sınırlıyor hayatını. O olmadan şunu yapamazsın, bunu aldıysan onu kesin alırsın. En az onlar kadar "başarılı" olmalısın, en iyi eğitimi, öğretimi almalısın, yurtdışlarına taşmalısın, aileni gururlandırmalısın. İyi bir kariyer, artık ne demekse, iyi bir aile sahibi olmalısın. Genel geçer kurallara uygun yaşamalısın, ayrık otu olmamalısın, farklı olanı fena döverler zira.
İşte böyle kaptırıp giderken, binlerce yıldır her türlüsü aynı amaca hizmet eden sistemleri, olmayan adaleti sorgulayıp, olmadık hırsların elinde hacamat ederken hayatını, güneşleri, ayları çoğunlukla birlikte fark etmeden harcarken bir gün çimenlerin üzerindeki yaprak gölgeleri zihnine sıkışıp kalmış Ada adındaki küçük kız çocuğunu çıkarıveriyor ortaya, aniden. Terliklerini çıkarıp çıplak ayakla basıyorsun yeşile, zihnin iyice aydınlanıyor. Yeniden sorgulama iletti çoşuyor. Bu defa kendi hayatını sorguluyorsun. Yaşadığın şehri, uğraştığın dertleri düşünüyorsun sonra, kalbinin üzerine fil oturuyor. Hayatının kalanını o çimenlerin üstünde uçsuz bucaksız mavileri, yeşilleri izleyerek geçirmek istiyorsun. Kaçmak evet. Diğer insanlardan, bitmek bilmeyen ego savaşlarından, kanlı olan savaşlardan, kansız olanlardan, oralılardan, buralılardan, şuralılardan, lafla peynir gemisi yürütenlerden, küçük dağları yaratanlardan, boşuna çabalamalardan, haybeye debelenmelerden. Kendi içine kapanmak ve gerçek dünyaya açılmak, yanında götürdüğün kendini çoğunluktan arıtmak istiyorsun.
Gri şehirlerde, zoraki uyanmaların, zoraki uyumaların, zoraki gülümsemelerin, sevdiğin işleri gölgeleyen zorlu çoğunluğun içinde hafta sonlarını bekleyip, tatilleri iple çekerken diğer günleri harcamak yerine, bütün günlerin ve gecelerin kutlu olmasını istiyorsun. Ada'yı apartmanların zulmünden, şehirlerin çirkinliğinden kurtarmak ve adaya kaçmak için plan yapmaya başlıyorsun. Geriye dönüp, öyle olması gerektiği için yapman gerekenlere belki bir kallavi bir küfür sallayıp kaçacağın günlerin hayali ve becerememe korkusuyla yazıyı bitiriyorsun.