9 Ağustos 2011 Salı

Ada'nın Kuşu

Ada'nın Kuşu
Sorgulamak bir insanın edinebileceği en iyi alışkanlık değil elbette. Bir kere başladı mı durmak bilmiyor üstelik, kurtulmak mümkün değil. Kontrolünde olan şeyleri sorgulamak bir yana, kontrol edemediği durumları da sorgulamaya başlıyor insan zamanla. Dozunu kaçırırsan arada bir uğrayan minik mutluluk şanslarını da alıyor elinden üstelik. Çocuklukta başlıyor bu sorgulama illeti. Mesela bir kitap okuyorsun, senin gibi küçük bir çocuğun öyküsü kazınıyor zihnine. Kimi zaman bir başka kıtadaki kızarmış muzun tadını merak ediyorsun, yoksun olmayı anlamaya çalışıyorsun, korkuyorsun bir yandan, bir yandan üzülüyorsun, kimi zaman apartmanların arasına sıkışmış bir çocuklukla kendi çocukluğunu kıyaslıyorsun. Akşamdan akşama yemek masasında kavuşulan çalışan anne, babayla, gri şehirleri, gri sabahları, gri okulları canlandırıyorsun her sayfada. Hayatına giren her hayali kahramanda kendinden bir şeyler arıyor ve buluyorsun ancak aynaya bakmak o kadar da aklına gelmiyor çocuk yaşında. Sokağa, apartmanların arasına inip sahte özgürlüğüne kavuştuğun anda unutuyorsun benzerliklerini ya da kabullenmiş oluyorsun. Sonraları avm çocuklarını göründükçe sokaklarda oynayabilmiş bir kuşağı ucudan yakalayabildiğine bile seviniyorsun.
Büyüdükçe iyice uzaklaşıyorsun o kahramanlardan ergenlik tripleri giriyor araya, çoğunluğa kapılıyorsun göstermelik isyanlarında bile. Çoğunluğa kapıldıkça daha çok sıkışıyorsun apartmanlara, okullara, kariyer hırsına, kısacası çoğunluğun yaşam biçimine, çoğunluğun takdirine, farkında olmadan. Sınırlar sınırlıyor hayatını. O olmadan şunu yapamazsın, bunu aldıysan onu kesin alırsın. En az onlar kadar "başarılı" olmalısın, en iyi eğitimi, öğretimi almalısın, yurtdışlarına taşmalısın, aileni gururlandırmalısın. İyi bir kariyer, artık ne demekse, iyi bir aile sahibi olmalısın. Genel geçer kurallara uygun yaşamalısın, ayrık otu olmamalısın, farklı olanı fena döverler zira.
İşte böyle kaptırıp giderken, binlerce yıldır her türlüsü aynı amaca hizmet eden sistemleri, olmayan adaleti sorgulayıp, olmadık hırsların elinde hacamat ederken hayatını, güneşleri, ayları çoğunlukla birlikte fark etmeden harcarken bir gün çimenlerin üzerindeki yaprak gölgeleri zihnine sıkışıp kalmış Ada adındaki küçük kız çocuğunu çıkarıveriyor ortaya, aniden. Terliklerini çıkarıp çıplak ayakla basıyorsun yeşile, zihnin iyice aydınlanıyor. Yeniden sorgulama iletti çoşuyor. Bu defa kendi hayatını sorguluyorsun. Yaşadığın şehri, uğraştığın dertleri düşünüyorsun sonra, kalbinin üzerine fil oturuyor. Hayatının kalanını o çimenlerin üstünde uçsuz bucaksız mavileri, yeşilleri izleyerek geçirmek istiyorsun. Kaçmak evet. Diğer insanlardan, bitmek bilmeyen ego savaşlarından, kanlı olan savaşlardan, kansız olanlardan, oralılardan, buralılardan, şuralılardan, lafla peynir gemisi yürütenlerden, küçük dağları yaratanlardan, boşuna çabalamalardan, haybeye debelenmelerden. Kendi içine kapanmak ve gerçek dünyaya açılmak, yanında götürdüğün kendini çoğunluktan arıtmak istiyorsun.
Gri şehirlerde, zoraki uyanmaların, zoraki uyumaların, zoraki gülümsemelerin, sevdiğin işleri gölgeleyen zorlu çoğunluğun içinde hafta sonlarını bekleyip, tatilleri iple çekerken diğer günleri harcamak yerine, bütün günlerin ve gecelerin kutlu olmasını istiyorsun. Ada'yı apartmanların zulmünden, şehirlerin çirkinliğinden kurtarmak ve adaya kaçmak için plan yapmaya başlıyorsun. Geriye dönüp, öyle olması gerektiği için yapman gerekenlere belki bir kallavi bir küfür sallayıp kaçacağın günlerin hayali ve becerememe korkusuyla yazıyı bitiriyorsun.

2 yorum:

Pompey Magnus dedi ki...

Güzel bir yazı olmuş.Eline sağlık..

Adsız dedi ki...

Ne güzel paylaşımlar bunlar böyle :) Paylaşımınızı keyifle okudum, takibinizde olacağım, teşekkür ediyorum.