21 Ocak 2009 Çarşamba

Vicky Cristina Barcelona


Hiçbir şey yapmak istemiyorum şu son 2 haftadır neden bilmem. Bu nedenle "eve gidip çalışmam gerek" diye ofisten çıkasım da yok pek. Ofisten çıkma kısmında sorun yok aslında eve gidesim yok diyelim. Hal böyle olunca tıpkı benim gibi sancılı bir tez sürecini hücrelerinde hisseden (o benden önce kurtulacak pazartesi teslim ediyor ne de olsa yüksek lisans tezini) sevgili Meltem bugun msnden taciz edip hadi barselonaya gidiyoruz diyince de tabi ki karşı koymadım.
----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----spoiler----
Hazır Woody ile ilişkimiz de Match Point'le düzelmişti. Bu yeni film iyi gelebilirdi haleti ruhiyeme. Lakin heyhat! hiç de öyle olmadı. Barcelona, Gaudi, sıcacık ispanya güneşi ve ispanyolcanın güzelim akustiği, uzun zaman dilimlerini anlatırken kurtarıcı olan anlatıcı denemesi (Barry Lydon benzeri) Woody'nin testoseron seviyesine kurban gitti. Efendim Amerikalı iki hanım kızımızın Barselona yaz tatilini konu eden filmimizde bir Woody Allen klasiği olarak elbette ki ilişkiler işlenmekte. Bu kızlarımızdan esmer, çilli suratlı, küçük göğüslü olan Rebecca Hall tarafından canlandırılan Vicky tabi ki daha tutucu, mantıkla hareket eden bir karakter, diğeri ki Match Point'te iyi bir performans sergilemiş olan Scarlett Johansson'un oynadığı Chistina ise sahte şarışın, iri göğüslü, özgürlükçü, aşkın tutku ve acıdan ibaret olduğunu düşünen, arayışlar içinde bir hatun kişi. Bu iki zıt karakterli arkadaş yaz tatilini geçirmek ve Vicky'nin Katalon kültürü üzerine olan yüksek lisans tezini tamamlamak amacıyla Barselona'ya gelirler, olaylar gelişir. Gelişir de filmin tamamında hah tamam şimdi şunu söyleyecek film bana beklentisi içindeki izleyici avucunu yalar. Çünkü film böyle birşey söylemez. Yine aşkın bittiği, sevginin sürdüğü ilişkiler, güvenli bir evlilikle sonuçlanan ve memnun olmadığı halde bu hayata kendini mahkum eden kadınlar, şarap, ispanyol gitarını biraraya getirdikleri anda kendilerini Javier Bardem'in oynadığı Juan Antonio Gonzalo'nun kollarına atmaktadırlar. O kadar ki ikişerli mümkün olsa üçerli gruplar halinde. Ressam olan Juan esasen Penelope Cruz'un canlandırdığı çılgın, gelgitler içinde kaybolmuş, intihar eğilimindeki Maria Elena'ya aşıktır. Hatta daha yeni boşanmışlardır. Tam Juan bir gecelik Vicky kaçamağı ardından Cristinaya yoğunlaşıp onunla birlikte yaşamaya başlar ki bir gece ansızın Maria Elena çıkagelir. Juan eve getirir çünkü onu da. Yok adam öyle kötü niyetinden değil, tersine eski eşi Maria intihar girişiminde bulunduğundan sahip çıkmak adına getirir eve. Sınırlarını çizer tabi, "ingilizce konuşacaksın evde Cristina kendini kötü hissetmesin" der. Cristina ve Maria ufak bir itiş kakıştan sonra samimiyeti her erkeğin hayallerini süsleyecek seviyeye kadar getirirler. O kadar ki Maria'nin tavsiyesiyle manuel bir fotoğraf makinası edinen Cristina dijital makinayla çektiği önceki fotoğrafları bile!!! (evet Woody yakalandın dikkatli gözlere) karanlık odada banyo eder. Tabi Maria ile bir karanlık oda fantazisi yaşamasına neden olur bu fotoğraf baskıları. Neyse ki Juan bunu pek anlayışla karşılar çünkü Cristina da onun zaman zaman Maria ile sevişmesini anlayışla karşılamaktadır. Bu gayet "normal" girift ilişkiler yumağındaki kadınlar tatminsiz, mutsuz, heyecan peşinde ve adamlar her zamanki gibi aşkın, şevkatin peşinde masum bireylerdir. Kadınların çevirdiği dolaplardan bi-haber öylece yaşamaktadırlar. Kadın gelir kabul eder, gider ona da peki. Peki ya seks? elbette bu da Woody Allen tarzı bir hizmettir adamların kadınlara sundukları. Asıl aradıkları sevgi ve şevkattir oysa ki. Herşeyi kadınlar yapar, adamcağızlar pek bir edilgendir esasen. Filmin sonunda ne mi olur? Hiç! vicky ile cristina, cristinanın "materyalist pis ülke" olarak tanımladığı amerikaya geri dönerler. Ah Woody ah! değilim ama zorla feminist yapacaksın sen beni.

Yine söylenerek çıktık biz Meltemle sinemadan. Ve sevgili Alper yine pek bir suskundu...

1 yorum:

vera dedi ki...

Gün geçmiyorki erkek egemen sistemin bizi nasıl da kuşatıığını farketmeyelim. Doğru bildiğimiz her şeyin aslında öğrenişmil olduğunu karkedip, nasıl da körleştirildiğimizi, kendi gözümünzden değil de "erkek egemen sistemin" gözünden baktığımızı hayata ve o bakış açısına göre değerlendirdiğimizi yeni yeni farkerde oldum. Bu içimi ikinci kez acıtıyor. İlki bu sistemde kadın olmanın verdiği, tüm kadınlar adına derin bir acı; ikincisi bugüne uzunca zaman başkalarının gözünden hayata bakmanın verdiği acı. Farkında olmamak daha steril, korunaklı bir alan. Farkında olmak daha can yakıcı, daha güç isteyen bir hal. Tüm acılara rağmen kadınlık hallerimizi sahip çıkmak en önemlisi. Filme gelince: yazdıklarına katlıyorum.Film elbette sisteme hizmet edecek; ancak kendini ilişkiler uzmanı olarak gören Woody Allen bu konuda ne kadar sığ olduğunun bir kanıtıdır.